AKP iktidarının adına çözüm süreci dediği, PKK, İmralı, Kandil ve BDP ile birlikte kol kola yürüdüğü, gizli anlaşmalar yaptığı bir ortamda, “akil insanlar” projesini de devreye sokarak ihanetlerine ortak aramaya çalıştığı süreç tarihin tekerrürüdür,
Bugün gelinen süreçte Bebek katili, İmralı canisi neredeyse “kahraman ve Kürtlerin ilahı” ilan edilmiş, hükümet terör belasından kurtulmanın yolunu da İmralı canisin insafına bırakmıştır.
Dağdaki üç-beş çapulcunun silah bırakarak çekilmesi, bunun ülkenin tek sorunuymuş gibi kabul ettirilmeye çalışılması ve hükümetin bu süreci ilk etapta TBMM’ye getirerek sonuçlandırma çabaları, MHP’nin dik duruşu ve CHP içinden çıkan bazı tepkilerle sonuca ulaşamamış ve farklı kulvarlara kaymıştır.
Tek amacı kendi suçuna ortak aramak olan hükümet, mevcut yasalara göre suç sayılan “dağdaki teröristin yurt dışına çekilmesi” ile bu çekilme karşılığında PKK’ya verilecek tavizlerden doğacak tepkileri azaltmak adına “akil insanlar” projesini hayata geçirmiştir.
Bu projedeki “akil”lere bakıldığında ise üç önemli husus göze çarpmaktadır.
Bunlardan birincisi, seçilen akillerin yarıya yakınının AKP politikalarını savunan kişilerden oluşması,
İkincisi, geriye kalan akillerin yarısının bugüne kadar PKK’ya, Kandil’e sempati ile bakan, Kürt politikalarını benimseyen ve BDP yandaşı insanlardan oluşması,
Üçüncüsü ve en önemlisi ise seçilen 63 akilin içinde, son birkaç yılda, Türkiye’nin %50’sini temsil eden AKP karşıtı kesime, hakaret etmeyenin neredeyse olmamasıdır. Yani; bu ülkede “akil” olabilmek için AKP’ye yakın olmak, PKK’ya, Kandil’e sempati duymak, AKP karşıtlarına, Bayrağa, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve toprak bütünlüğüne laf uzatmak yeterli kriter olmuştur.
Bugüne biraz ara verip, gelin bu vahim süreci bir de giriş kısmında değindiğim tarihin tekerrür etmesi ile birleştirerek değerlendirelim.
Mondros Mütarekesini imzalayarak 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı Devleti’ni de o dönemde zor günler bekliyordu. Osmanlı Devletinin topraklarını paylaşmak konusunda savaş devam ederken daha anlaşmış olan itilâf Devletleri, bu plânlarını uygulamaya başlarken, azınlıklar da Mütarekeden sonra faaliyetlerini yavaş yavaş arttırıyordu. Bir yandan İtilâf Devletlerinin diğer yandan azınlıkların yarattığı tehlikelerle karşı karşıya kalan Osmanlı Hükümeti, geçmişi —özellikle İttihat ve Terakki’nin iktidarda olduğu dönemi— unutturmayı amaçlayan bir politika izlemeye karar vermişti. Bu politikanın iki yönü vardı. Birincisi İtilâf Devletlerine ve özellikle İngiltere’ye ters düşmemeye özen gösteren pasif dış politika uygulamak, ikincisi, Anadolu ve Rumeli’de azınlıklarla Türkler arasındaki huzursuzluğu gidererek istikrarlı bir devlet görüntüsünü yaratmak.
Osmanlı Hükümeti bu politikasının ikinci yönünün yürümeyeceğini kısa bir süre sonra anlayacaktı. Çünkü uzun yıllar süren savaşların bütün sıkıntısını çeken Anadolu’nun harap olması yetmiyormuş gibi, azınlıkların silâhlı çeteler kurarak, Türkleri sindirmeye çalışmaları ve Türklerin de can güvenliklerini korumak için harekete geçmeleri sonucu asayiş bozulacaktı.
Özellikle Rumlar, Hükümet’e meydan okumaya başlayacak ve 1919 Şubat’ında Söke ve çevresinde isyan çıkararak, Türklerin oturduğu kahvehanelere ateş açacak, Osmanlı ordusunda görevli subayları şehit edecek kadar ileri götüreceklerdi.
Bu durumu düzeltebilmek için de Osmanlı hükümeti Sadrazam Damat Ferit Paşanın teklifi ile o dönemin “akil adamlar” projesini yani Heyet-i Nasihan’ı (Nasihat Heyetleri) devreye sokacaktı.
Kurulan bu heyet, Anadolu’yu gezecek ve İstanbul Hükümetine karşı oluşan tepkileri kırmak için vatandaşa nasihatlerde bulunacaktı.
Bakın o tarihte yayınlanan Sabah Gazetesinin 14 Nisan tarihli başyazısını heyete ayırarak şöyle yazıyordu: “Damat Ferid hükümeti, bir yandan yabancı ülkelere karşı durumumuzu düzeltmeye çalışırken, diğer yandan içişlerimizi normal durumuna geri çevirmek ve İttihatçıların yanlışlıklarını ortadan kaldırmak için uğraşıyor. Damat Ferid kabinesi… ahaliyi irşad ve tenvir, hükümet-i hâzırın bilâ-tefrik cins ve mezhep bütün unsurlara karşı beslediği hissiyat-ı hayırhahaneyi ve zât-ı hazret-i padişahının selâm-ı hümayunlarını ahaliye tebliğ için uğraşıyor… Heyet-i Nasiha, Anadolu’yu adım adım dolaşarak halkın, haklı ve yasal isteklerini dinleyerek herkesi irşad ve tenvir ederek, muhtelif unsurlar arasındaki eski sevgi ve muhabbeti ihyaya çalışacaktır.”
Tarihçi olmaya gerek yok, o gün Damat Ferit Hükümetinin ana amacının İstanbul’u işgal eden İngilizlere hizmet ve Anadolu’nun parsellenmesinin önünü açmak olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.
Damat Ferit Hükümetinin Dahiliye Nazırı, yani bugünkü adıyla İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey ise, İKDAM gazetesine 15 Nisan 1919’da verdiği demeçte heyetin görevi hakkında şunları söylüyordu: “… heyetler, unsurlar arasında ortaya çıkan karışıklık ve yanlış anlamaları gidermek ve bütün unsurların birbirlerine karşı vatandaşlık hissiyle davranmalarını temin edecektir…”
Ve yine aynı içişleri bakanı, MONİTÖR gazetesine verdiği demeçte; “Bu heyetlerin gönderilmesinin bir amacı vardır. Türkiye’deki anasır-ı muhtelife arasında var olması gereken ahenk ve barışı temin etmek. Padişah, görüşümüzü tamamıyla tasvip etmektedir. Bu heyetlerin gönderilmesine, padişah ile sadrazam arasındaki görüş alış verişinden sonra karar verilmiştir. Padişah, ahengin sağlanmasını ve savaştan etkilenen imparatorluk içindeki değişik milletlerin ittihat içinde olmalarını istiyor.” derken, kendisine sorulan “başarı ümit ediyor musunuz?” sorusuna da, “şüphesiz, heyette Ermeni ve Rumların da bulunması muvafakiyet için bir zandır” cevabını veriyordu.
Ne hikmetse bu açıklamalar ve gazete manşetleri bizlere hiç yabancı gelmemekte ve bugün AKP hükümeti mensupları ile yandaş medyanın manşetlerinin birer kopyası olarak tekrar karşımıza çıkmaktadır.
Heyet, 16 Nisan 1919’da İstanbul’dan hareket ederek Mudanya’ya gelmiş ve sırasıyla Bursa, Balıkesir, Manisa, İzmir İllerini ziyaret ettikten sonra Aydın’a geçmiştir. Burada heyeti karşılayan halk arasında din adamlarının bulunmayışı şehzadenin dikkatini çekmiş ve sebebini sorduğunda da Aydın’da İttihat ve Terakki’ye mensup Esat Hoca’nın etkisi ve teşvikiyle din adamlarının karşılama törenine gelmediklerini öğrenmiş, sonra da Esat Hoca ile görüşmek istemiştir. Esat Hoca şehzadenin huzuruna getirildiğinde kendisine karşılamaya neden katılmadıklarını sorulmuş, Hoca da cevabında “Efendim nasihat için bize teşrif ettiğinizi işittik. Hâlbuki asıl nasihate ihtiyacı olanlar Rumlardır. Nasihati bize değil, bizi iktisaden öldürmeye çalışan zümreye vermeniz lazımdır. Biz Türkler, cephelerde harp edip aziz vatanımızı korumaya çalışırken, onlar fabrikalar kurmuşlar, bağlar, bahçeler içinde yaşarlar. Servet, saadet, refah her şey onlarda, fakr-ü zaruret Türklerde toplanıyor.” diyerek gerçekleri ortaya koymuştur.
Hocanın bu sözlerine sinirlenen şehzade de hocaya, “padişahın vekilinin huzurunda bulunduğunu ve millet arasına tefrika soktuğunu” söylemiş, cevaben “Aydın’da bütün münevverlerin aynı fikir ve kanaatte olduğunu” işitmiştir. Huzurundan ayrılmaya hazırlanan Esat Hoca’ya şehzade, “Hoca, bütün bu sözler İttihatçı ağzından çıktığı için bizce bir kıymet ifade etmez” demiştir. Esat Hoca da, “Sözlerimin kıymetini ve içinde saklı hakikatlerin mahiyetini siz takdir edemezsiniz. Aziz milletimiz elbette takdirde gecikmez. Millet bizim yolumuzdadır. Sizin yolunuzda kimsecikler yürümez.” cevabını vermiştir. Bu cesur sözler, heyetin Anadolu’da gördüğü ilk tepkiler olmuştur.
Bugüne geri dönecek olursak, 63 aklı kıt insan, sözde dağdaki üç-beş çapulcuyu tatile gider gibi sağ salim indirmek adına, ülkenin farklı coğrafyalarında toplantılar yapmakta ve bu toplantılara katılan, farklı görüş ve düşüncelerini tarihte olduğu gibi dile getirip tepkisini koyanlar ile uyguladıkları politikaların ülkeyi bölmeye yönelik sürecin bir parçası olduğunu dillendirenlere karşı hazımsızca saldırmaktadır. Recep Tayip Erdoğan ise bununla kalmayıp ekranlara çıkıp bu vatan sevdalısı insanları bir avuç çapulcu diye suçlamakta ve “akil insanları size yedirmeyeceğim” diye bilmektedir.
Akil insanlar gurubunun görevi tarihte Heyet-i Nasihanın görevi ne ise aynıdır. Sözde barış, demokrasi, akan kanın durması, anaların ağlamaması gibi söylemlerle Türk milleti kandırılmaya çalışılmaktadır. Gerçek ise AKP’nin akıl babalarından olan David Roccafeller’ın; “Atatürk yüzünden planlarımızı yarım yüzyıl ertelemek zorunda kaldık. Şu an yine uyguluyoruz” sözü ile ispatlanmaktadır.
O yüzdendir ki 19 Mayıs 1919 da Atatürk’ün Samsun’a çıkmasına sebep olan şartlar ne ise bugün de süreç adım adım o yöne gitmektedir.
Tarihin tekerrür ettiğini ve yüz yıl önce dış mihraklarla parçalanmak istenen Anadolu coğrafyasının, o zaman olduğu gibi bugün de bazı işbirlikçilerle tekrarlanmaya çalışıldığı bilinci ile dimdik ayakta duracağımızı herkesin bilmesini isterim.
Son sözü Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli, 20 Nisan 2013 tarihinde gerçekleşen İzmir Bayrak Mitinginde söylemiştir: “Bir başımıza da kalsak alayınıza yeteriz”.
Ne Mutlu Türküm Diyene...